3 Ocak 2018 Çarşamba

Nişantaşı Kedileri Beni Nasıl ele geçirdiler?

Birgün  Meksika’da bir hayvanat bahçesi geziyoruz.
Egzotik kuşlar,aslanlar kaplanlar,zehirli yılanlar falan…Bazılarını hayranlıkla, bazılarını da  ‘’serbest kalsaydı kim bilir  bize neler yapardı ?’’diye  düşünerek korkuyla izliyoruz.

Bahçenin sonunda karşımıza; DİKKAT !  Şimdi de  dünyanın en vahşi hayvanını göreceksiniz yazan bir levha ve  kocaman bir ayna çıkıyor…Acınası bir şekilde kendimize bakakalıyoruz.

Evet bence de kesinlikle dünyanın en vahşi ve en acımasız yaratıkları bizleriz.Doğada hiçbir hayvan beslenmek amacının dışında sırf zevk olsun diye bir başka hayvanı öldürmez veya ona eziyet etmez.

Hayvanlara yapılan eziyetleri görünce inanın insan kimliğimizden utanıyorum.
Semt sakinlerinin yarısından çoğunun   kedi köpek sahibi olduğu Nişantaşı ise İstanbul’un en hayvansever semti olarak gösterilebilir.


 Bir yığın veterinerimiz,Pet Shopumuz ve köpek otelimiz,köpek gezdiricilerimiz falan var. Neyseki kimse hayvanını  Pet Shoplardan satın almıyor..Nişantaşında gördüğünüz kedilerin, köpeklerin %99u sokaktan veya barınaktan alınarak sahiplenilmiş hayvanlar. 

Sahiplenilmeyen  sokak hayvanlarına  da en az evdekiler kadar iyi bakılıyor. Onlar bizim can dostlarımız.  

Neredeyse hepsinin sokaklarda arkalarından mama kapları ile koşuşturan gönüllü anne babaları var. 
Bazen bunda da   biraz aşırıya mı kaçılıyor acaba diye düşünmeden edemiyorum.Çünkü kedilerin çoğu karınları yere değerek dombili dombili ,neredeyse küçük bir kuzu formatında ortalarda dolaşıyorlar.

Sokakta gördüğü her yiyecek için beni çekiştiren köpeğim Angel yüzünden ben de  tüm kedi mamalarının yerini  biliyorum.Bende onu terkedilmişlerden sahiplendim.

Malum Golden Retriver cinsi köpekler   bol tüy, bol sevgi,bol yemek demek.
Angel,ı  o kadar sevmeme rağmen bizim sokaktaki  halimizi bir görseniz ; ’’bu ne acımasız bir kadın,madem böyle davranacak niye aldı bu hayvanı’’  diye düşünebilirsiniz. Çünkü sürekli bir çekişme  ve konuşma halindeyiz.O mamaların tarafına  yürüyor, ben tasmasından çekiştire  çekiştire ve söylene söylene diğer tarafa..
Bu arada kedilerden korkan bir köpeğim var,kedi görünce yolumuzu değiştiriyoruz.
Geçenlerde bir akşam Topağacından aşağıya doğru yürüyorum.
Baktım önümde genç bir kız, yanında da onunla konuşa konuşa yürüyen  bir kedi.. 

Bu hayvanlar o  kadar insanlarla iç içe yaşıyorlar ki, öyle sadece ‘’mır mır ,miyav ‘’falan demiyor,  resmen kedice  sohbet ediyorlar.
Neyse kız yoluna devam etti, bu sefer o tatlı şey benimle konuşmaya başladı.Konuşa konuşa kapının önüne kadar geldik. 
Ben içeri girdim,o ise burnunu apartmanın camına dayadı,   boynunu da eğdi, yeşil gözlerini yüzüme dikti, nasıl mahsun mahsun bakıyor anlatamam.Tam bir duygu sömürüsü.Vallahi dayanmak mümkün değil. 
Hemen içeriden birşeyler alıp geldim,meğer hayvancağız açmış. Şimdi gözüm her dakika onu arıyor.Hani az kaldı eve bir kedi aldım alacağım. Daha doğrusu o beni alacak.
Ben ki senelerce kedilere dokunmaya korkmuş bir insanım.Yıllar önce Abdi İpekçi caddesinde bir bahçe katında oturuyordum.  Bir gece,geç vakit seyahatten dönmüşüm.Balkonda bir tıkırtı oldu.Ödüm koptu.Çıktım baktım, tıkırtı devam ediyor.Ah bir de ne göreyim,3 tane küçük tüy yumağı ve pırıl pırıl 3 çift göz bana bakıp duruyor .Alıp dışarıya koymak istiyorum, ama dokunabilmem mümkün değil.Elime bulaşık eldivenleri giydim.Yanlarına yaklaştım. Onlar ‘’cik’' dedikçe , ben’’ay’’ deyip korkuyla geri çekiliyorum..Sırtımdan aşağı terler boşanıyor. Sabahı sabah ettim. Bir ara  tepede büyük bir kedi peydah oldu.O zaman  anladım ki anne kedi ,yavrularını korumak için onları getirip benim evimin kapalı verandasına bırakmış. Ertesi gün  komşulardan yardım istedim,zavallı küçük kedileri gelip aldılar ve bahçede onlara kartondan ev falan yaptılar,olay kapandı.
Aradan yıllar geçti,ben oradan taşındım.Yine Nişantaşında oturuyorum. Üst katımıza Frank isimli  Güney Afrikalı bir iş adamı taşındı.10 günlüğüne Brezilya’ya iş seyahatine çıkacakmış.
’’Japon bir arkadaşım haftada bir gün gelip kedilerime mama verecek,anahtarı sizden alabilir mi ?’’diye sordu ben de ‘’Peki’’ dedim..Fakat sonradan anlaşıldı ki  Frank Türkiye’deki yasal  kalış süresini geçirdiği için 3 aydan önce ülkeye geri dönemiyor. Japon kız bir geldi iki geldi ,sonradan gelmez oldu.Kediler kaldı mı bana…O zamanlar köpeğim falan da yok, kedi desen hiç anlamam.Dokunamam falan ama vicdansızda değilim.Sonunda yanımda yardımcım ile elimizde mamalar eve girip çıkmaya başladık.Arada bir kumlarını da değiştiriyoruz. Her gece yatağıma yattığımda, yukarıda kedilerin koşturduğunu duyuyorum ,ama eve girdiğimde hiç karşılaşmıyoruz. Hayvancıklar o kadar korkuyorlar ki,biz içeri girdiğimiz anda tavan arasına kaçıyorlar.Aradan 4 ay geçti,Frank’tan haber yok.Ne geliyor,ne gidiyor, ne kirayı ödüyor, ne de maillere cevap veriyor.
Avukatlara danıştık,mobilyalı verdiğimiz bir daire olduğu için ,’’adamın şahsi eşyalarını boşaltıp,daireyi tekrar kiraya verebilirsiniz  ‘’dediler. 
İyi de kedileri ne yapacağız? Sağa sola soruyoruz,meğer herkes yavru kedi alıp kendi büyütmek istermiş.Bunlar  yavru değil diye kimse almak istemiyor.  Ben başladım, kedi barınağı aramaya.Sonunda bir yerlerde barınak sahibi bir hanım,biner lira karşılığı kedileri alabileceğini söyledi. Bütün bu gelişmeleri yazınca,Frank ‘’ kediler şu anda Honk kong’da olan eşimin, eğer onlar giderse karım beni boşar ‘’dedi ve kedileri uğruna apar topar İstanbul’a geri döndü.Üst kattaki misafirlerimizle ilk defa o zaman tanıştım.Sahipleri gelince ortaya çıktılar.Frank ta o gece kedilerini alıp  gitti.  


Oh! nihayet diye içimde bir ferahlama,sormayın. 
O gece yatağıma yatınca  fark ettim ki,evde bir tuhaflık var.
Aylardır üst kattan duyduğum o kedi ayak sesleri artık yok.Alışkanlık işte, o sesler kesilince ben bir fena olayım,bir ağlayayım..meğer görmesem de , dokunamasam da nasıl severmişim onları..



      













Bir gün Valikonağı caddesinde Akkavak  sokağın başında sarman bir kedi gördüm.Yemyeşil gözlü nasıl güzel bir hayvan anlatamam.
Öyle heykel gibi köşe başında dikilmiş duruyor.Hayatımda ilk defa bir kedi ile uzun uzun bakıştık..Ve o andan sonra  sanki hayatımda birşeyler değişti. Kalpten kalbe bir yol gitti ve elimi süremesemde o kediye bayıldım. 
Köpeğim Angel’a sahip olduktan sonra Maçka parkındaki kedileri incelemeye başladım. 

İşte nasıl oldu bilmiyorum,bakışa bakışa, konuşa konuşa, sonunda ben de onlarla iletişim kurmayı öğrendim ve de bir kedi sever olup çıktım. Topağacındaki O yeşil gözlü,konuşkan  duygu sömürüsü kediler sonunda  beni de ellerine geçirdiler, her gün yollarına bakar oldum. Can dostlarımız, semtimizin en güzel şeyleri,  birgün sohbet etmezsek özlüyorum.  Nereden nereye değil mi?


Bu yazı 7/eylül/2016 tarihinde NişantaşıHaber de yayınlanmıştır.



.

25 Eylül 2014 Perşembe

YER CÜCELERİNİN GÜCÜ







YER CÜCELERİNİN GÜCÜ
(Çocuk terörüne dur demek)


Biliyor musunuz, yaz aylarında ne zaman güney sahillerine inip tatil yapmayı planlasam, hemen bu kararımdan vazgeçip  deniz güneş kum  hayallerimi eylülde okulların açıldığı zamana erteliyorum.
Her ne kadar bu kararımda güneyin bunaltıcı sıcağı bir faktör ise, diğer en önemli faktör de kıyılarımızı saran çocuk terörü...
Nasıl desem, sanki bir Türk çocuğu 10 yabancı çocuğa bedel, maşallah hepsi çığlık çığlığa...
Ne ‘’DUR’’dan anlıyorlar, ne ‘’SUS’’tan..




Hiç unutmam galiba 15-16 yıl önceydi.
Avrupa’da yaşayan Türk işçilerimizin memleketten dönüş yaptığı eylül aylarında Belçika’ya gitmek gafletinde bulunmuştum.
Brüksel havaalanına indiğimizde pasaport kuyruğunda  bizim Türklerin sıraya girmesi ile ortalık birden karıştı. Sanırsınız Güliver’in Ülkesinde cücelerin  meydan  savaşı yaptığı bir yere düştük.
Öyle garip bir karmaşa..

Yabancı ülkelerin çocukları annelerinin yanında uslu uslu sıra bekliyorlar. Bizimkilerde ise her bir annenin etrafında en az 4-5 çocuk...
Yerlere yatmalar mı istersiniz, çığlık çığlığa bir uçtan diğer uca koşmalar mı, itişip kakışıp yere düşünce avaz avaz ağlamalar mı?
Vallahi o dakika, ‘’yani şu insanlar bizi Avrupa Birliğine almak istememekte ne kadar haklılar’’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çocuk yardımı var diye maşallah kadınlarımız önünü arkasını düşünmeden doğurmuşta doğurmuşlar.
Tabi o zamanlar başımızda Erdoğan yoktu, dolayısıyla bizde de en az 3 çocuk doğuracaksın muhabbeti henüz ortaya çıkmamıştı. Artık  buralarda da bu manzaralara alışacağız herhalde..
Bizim ülkemizde bir  tatil köyüne mi gittiniz, her ne kadar hanımlarımızın çoğunluğu artık  sarışın olsa da  Türk annesi hemen kendini belli eder.
Çünkü babalar  genelde oturur ve  yemeğini evdeki gibi önüne bekler.
 Bu yüzden çoğunlukla Türk anneleri  tatil köyünde kendisi, çocukları ve eşi için en az  3 kere büfeye gitmek zorundadırlar.
Hatta o da yetmez, bazıları ağzına kadar dolu tabaklardan başka ortaya karışık bir şeyler yapmak durumundadır.
Türk annesinin diğer asli görevi de masada çocuklarının  ağzına lokma lokma yemek yedirmektir. Çocuk dediğin şey,7 .aydan itibaren eline bir şeyler vere vere zamanla  yemek yemeyi öğrenen bir küçük varlıktır. Ama her nedense bizim ülkemizde annelerin bu çocuğun ağzına yemek tıkıştırma süreci neredeyse  ilkokul yaşına kadar devam etmektedir.

  
Çocukları açık büfe kuyruğuna girmiş, minicik boyuyla elinde tabağı sırasını bekleyen çocuklar kuşkusuz bu ülkeden değildir. Bizler için bu o kadar alışılmadık bir durumdur ki, parmaklarının ucunda yükselerek tabağına yemek koymaya çalışan o çocuğa ’’ay sen ne tatlı şeysin öyle? Yardım edeyim mi sana’’ deyip  başını okşayasınız gelir.

Tabi bir de çocukların çocuk havuzundan nefret edip ne yapıp edip kollukları taktıkları gibi büyük havuzunu istila etme durumu var..
Burnunu tıkayıp koca koca insanların arasına suları bir metre sıçratarak şap şap atlamalar mı istersiniz, yoksa  denizde aynı şişme botun üzerine binen 5 küçük çocuğun her birinin
‘’Anneeee, babaaaaa bana bak, bak banaaaa, bak ayakta duruyorum, bak yatıyorum, bak yüzüyorum, bak atlıyorum diye çığlık çığlığa bağrışmalarını  mı?.
Öf ki ne öfff..
Çocuk düşmanı falan değilim tabi ki.
Aksine çocukları çok severim. Arkadaşlarımın, eşimin dostumun çocuklarına kısa süreler bakmışlığım da vardır.

Ama çocuk sevmek ayrı bir konu, onların o  amansız çığlıklarını dinlemek, hele bunu birazcık rahatlamak için gittiğiniz tatil yöresinde çekmek, bakın işte o bambaşka bir konu...
Geçenlerde bir akşam üzeri dört arkadaş Nişantaşı Aşk kafe’ de buluştuk, bir şeyler içeceğiz. Yan masada güzeller güzeli üç  anne oturmuş, masanın öbür ucunda da üç çocuk.. Tahmin edebileceğiniz gibi üç çocukta devamlı birbirlerinin önünden bir şeyler çekiştirip, çığlık çığlığa bağırarak  itişip kakışıyorlar.
Annelere baktım, sanki hepsinin kulağında çocuk sesi geçirmeyen özel bir kilt takılı , hani dünya yansa umurlarında değil, tatlı tatlı sohbetlerine devam ediyorlar. Nasıl bir duyarsızlaşma olmuşsa artık...
Bir baktım, iki baktım, sabır  sabır.. Hani çocuklara biraz yavaş olun falan desinler diye bekliyorum.
Sonunda çocuklara döndüm, ‘’yeter ama çocuklar biraz sessiz olun ya ‘’dedim..
Neyse  itiraf edeyim, demedim, biraz yüksek sesle söyledim. Artık nasıl  bir tonda söylediysem çocuklar yerlerinden zıplayıp sus pus oldular. Neyse ki anneler anlayışlı çıktı ve çocuklarına ’’bak işte gördünüz mü ,çok gürültü edince böyle oluyor’’ falan dediler de ortalık biraz sakinleşti.
Bu arada başımı masaya çevirdiğimde çocukları artık kocaman olmuş, üniversiteye giden  kız arkadaşımın  bana  dehşetle baktığını gördüm.
’’Vallahi senden hiç ummazdım Selin!
Siz çocuk doğurmayan kadınlar biraz egoist oluyorsunuz galiba , ben asla böyle bir şey yapamazdım ‘’demez mi?
‘’Tamam’’ dedim.
’’Genelde sakin bir insan olabilirim ama insanın da bir tahammül sınırı var.’’
Bu arada çocukları avaz avaz beynimizi oyarken kıllarını kıpırdatmayan anneler egoist olmuyor da ben niye egoist oluyorum tabi bunu  da hiç anlamış değilim.
Böyle bir çocuk terörü yurt dışında bizden başka bir de Arap ülkelerinde var, ama inanın onlar bile bizimkilerin eline su dökemez.
Dünyada bu kadar ülke gezdim, bizim çocuklar gibisini görmedim.
En güzel restoranlara gidersiniz, o çocuklar çocuk iskemlelerinin üzerinde çatal bıçaklarıyla büyük insanlar gibi yemeklerini yerler.
Uçağa binersiniz, hosteslerin  ellerine verdiği resim defterleri ve boyama kalemleri ile mum gibi otururlar.
Deniz kenarına gidersiniz, uslu uslu  kumdan kaleler yaparlar.
Dükkanlarda , annelerinin ellerinden tutmuş melek  gibi küçük sevimli varlıklar olarak dükkanın içinde yürürler.
Böyle medeniyete canım kurban...

Bizimkilerin ise her biri tek başına bir orduya bedel maşallah..



Ya ne olur anneler babalar lütfen şu çocuklarınıza bir mukayyet olun. Toplum içinde kimseyi rahatsız etmeden hareket etme terbiyesi bu yaşlardan başlıyor.
Bağırarak iletişim kuran çocuklar büyüdüklerinde de her şeyi bağırarak halletmeye çalışan bireyler oluyorlar.
Anne baba olarak yeri geliyor, sizin bile kafanız şişiyorsa, bizler ne yapalım. Bize de acıyın lütfen..


Başımızın tacı güzeller güzeli çocuklarımızla az gürültülü bir yaz diliyorum hepimize,sevgiyle
http://nishtime.com/tr-TR/kose-yazilari/578/selin-melek-aktan-yaziyor-yer-cucelerinin-gucu

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 7 ağustos 2014 tarihinde NİSHTİME da yayınlanmıştır

28 Mayıs 2014 Çarşamba

http://www.akdenizhaberci.com/makale/niye--/

 http://www.akdenizhaberci.com/makale/niye--/

logo
Selin Melek AKTAN

Selin Melek AKTAN

Niye ?

16 Mayıs 2014

Türkiye feci bir maden kazasının ardından yine yasa büründü, herkes gibi ben de üzüntüyle kızgınlığı bir arada yaşadım.
Maden kazası olmaz mı? Olur, ama gereken önlemlerin alındığı ülkelerde hem bizdekinden daha az olur, hem de bu kadar insan ölmez.

Sinirliyim. 
Çünkü devletin başı, bize diğer ülkelerdeki maden kazalarını örnek verirken 1800 lü,1905 li yıllardaki kazaları ve orada ölen insan sayılarını örnek veriyorsa ve şu an bizdeki ölüm oranı onlara yakınsa bu işte 100 yıllık bir yanlışlık var demektir diye düşünüyorum.

Siyaset yapma deniyor, iyi de bu ülkede ters giden, cana, mala mal olan hiç bir şeyin hesabını soramayacak mıyız biz?  Sen sorma ben sorma, kim soracak bunların hesabını? Devletin bize hesap verme yükümlülüğü yok mu?

Başbakan’’ literatürde iş kazası diye bir şey var, madenciliğin fıtratında ölüm var’’ derse, bizde ‘’başka ülkelerde madencilerin fıtratı yok mu? Onların canı can da bizimkilerin patlıcan mı?’’ diye sormayacak mıyız.?

Başbakanı eleştiririz, adı Erdoğan düşmanlığı olur.
Başbakanlar, hükümetler onların icraatları eleştirilemez mi? Onlar her türlü hatadan muaf mıdırlar? Niye?
15 gün önce bölgenin CHP Milletvekili bu konuya dikkat çekip soru önergesi verip, Soma ve diğer madenlerdeki can güvenliği için bir komisyon kurulması için çaba göstermişse, hükümet üyeleri bunu reddetmişse, üstelikte başbakan ‘’öyle eften püften önergeler veriyorlar ki’’ diyerek bunu geri çevirmişse, niye ‘’bu insanlar can değil mi? ‘’diye soru sormayacak mıyız?

Sorarsak, bu  provokasyon mu oluyor?
Aynı şey AKP hükümeti zamanında olmayıp CHP, MHP vs. başka bir partinin iktidar döneminde olsaydı eleştirmeyecek miydik, hesap sormayacak mıydık?  Futbol takımı tutar gibi fanatik bir parti tutucu olmadığımız için aklı selim sahibi normal bir vatandaş olarak tabi ki soracaktık...

Bir ülkede başbakanın danışmanı ve daha sonra da kendisi tepki gösteren acılı insanlara sille tokat girince, ‘’oh ellerine sağlık mı?’’ diyecektik.
Tepki göstermek için o tokatın, o yumruğun, tekmenin bizim suratımıza mı inmesi lazım?


Bu tahammülsüzlük niye?
Evet halkımız kırgın, kızgın, üzgün, sinirli ve tepkili...
Sıra sıra cenazeler kalkarken, ortalık savaş meydanı gibiyken tabi ki, aklımıza gelen sorular var..

Tabi ki bileniyoruz.
Ve tabi ki bu bilenmenin bir geçmişi de var.

Eğer bu ülkenin bakanları kollarında 700 bin liralık saatlerle hava atıyorsa, danışmanlara gümüş tepsiler
içinde milyon dolarlar rüşvet veriliyorsa, eğer birileri evinde milyarlarca Euro’yu nasıl sıfırlayacağını bilemiyorsa ve o kişiler  evine  bir yudum ekmek götürmek  için toprağın altında can veren insanların can güvenliğine gelince enten püften diyorsa, tabi ki biraz aklı ve vicdanı olan  her insan  buna isyan eder...

Madenin sahibi suçlu mu? Kazandığı paranın bir kısmını işçilerinin güvenliği için harcayamaz mıydı?

Bunun için yaptırımları kanunları koymak kimin görevi ?
Güvenlik yasalarını Avrupa standartlarına getirmesi  devletin görevi değil mi?

O madenleri teftiş etmek  hükümetin görevi değil mi?

Hükümetle maden sahibinin çıkar ilişkileri içinde kol kola girmeleri teftişlerin üstün körü yapılmasına sebep olabilir mi?

2 ay önce güvenlik önlemleri dünyaya örnek bir maden diye beyanat veren  bu Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı değil mi?

Niye maden kazalarında dünyada en çok kayıp veren ülkeyiz?

Ölen 300 kişiyle bitmiyor bu iş, 300 kişi demek 300 ocak, babasız kalan çocuklar, kocasız ve çaresiz kadınlar, evladını kaybeden analar babalar demek..

Niye bu insanların güvenliği için üzerinize düşeni yapmadınız, bunlar için çalışmayacaksanız,  maaşlarını bizlerin ödediği sizler  ne için o koltuklardasınız , o meclis sıralarını işgal ediyorsunuz,  diye devlete soru sorma hakkımız yok mu bizim?

Biz nereye gidiyoruz? 
Hani biz dünyanın en kuvvetli ülkelerindendik? Kuvvet kuvvetliyiz demekle olmuyor biliyorsunuz?
Dışı yaldızlı içi kof bir Orta Doğu ülkesi miyiz ?

Hükümeti eleştirmeyeceğiz,  eleştirirsek vatan hainiyiz, bölücüyüz biz öyle mi?
Biz bölünmek değil bütünleşmek, herkesin insan gibi yaşadığı bir ülkenin vatandaşı olmak istiyoruz.

O zaman kime soracağız biz bu meselelerin  hesabını? Muhatabımız kim? Adres gösterin bana ona sorayım..
 

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 16 Mayıs 2014 tarihinde Akdeniz Haberci haber sitesinde yayınlanmıştır. 

22 Nisan 2014 Salı

MİLLİ İRADESİZLİK http://akdenizhaberci.com/makale/milli-iradesizlik/

Selin Melek AKTAN


7Nisan 2014 

http://akdenizhaberci.com/makale/milli-iradesizlik/

Selin Melek AKTAN

Milli iradesizlik

Son 3 aydır gündemimizi meşgul eden yerel seçimler nihayet sona erdi.
Günlerdir  bu konuda ne yazacağımı düşünüyordum..
Geçen hafta gece kafamda toparladığım cümleler sabah aklımdan uçup gitti.

Rahmetli Vehbi Koç’un çok önemli bir tavsiyesi vardır.

Koç yöneticilerine ve aile bireylerine, ‘’birisine kızıp ta yazdığınız mektubu sahibine yollamadan önce 3 gün masanızda bekletin,3 gün sonra tekrar okuyun. Eğer aynı fikirdeyseniz o zaman yollayın ‘’dermiş.

Ben de seçimlerden sonra bir süre toplumdaki çürümüşlükten ötürü duyduğum utancı nasıl dile getireceğimi, metroda yan yana durduğum, sokaklarda yan yana yürüdüğüm, dükkanlarda bir arada alışveriş ettiğim insanlara nasıl güvenebileceğimi düşündüm.
Hırsızlığın normal sayıldığı bir ülkede ahlaki kavramların yıkıldığını görmenin isyanını yaşadım.
Bana tüm  bunlar iyiliğin ve kötülüğün çarpışması gibi geldi.

Balkonda sıralanan insanlara, hırsızlığın zaferini alkışlayanlara bakamadım, yüreğim bunu kaldırmadı.

Eskiden dindar insanların AKP ye oy verdiğini düşünürdüm. Fikrimi değiştirdim.
Bu ülkede din diye bir şey kalmadığını, çoğunluğun özde değil sözde Müslüman olduğuna karar verdim.

Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir ailede, haram ve helal kavramı ile büyümüş bir insan olarak birden ben ve benim gibi insanların bu ülkenin en özde Müslümanları olduğunu anladım.
Çünkü hırsızlık  ne dinen ne hukuken ne de ahlaken,hangi taraftan bakarsanız bakın benim ve benim gibilerin asla hoş göreceğimiz bir şey değildi.

Yolsuzluğun rüşvetin alkışlandığı, buna hesap soran partilerin yuhalandığı bir toplum için aidiyet duygusu duyamayacağımı fark ettim.
Milli irade denen şeyin şu geldiğimiz noktada utanç verici bir  milli iradesizlik olduğunu gördüm.

Hayatımın çeşitli devrelerinde dünyanın dörtte üçünü gezme fırsatım oldu.
Küçücük toprak parçalarında refah içinde yaşayan memleketleri de gördüm, kocaman toplarda sınırsız yeraltı zenginlikleri olduğu halde fakirlikten kırılan  ülkeleri de..

O sınırsız yeraltı kaynaklarına sahip olduğu halde halkı bir dilim ekmeğe muhtaç ülkelerde sorun neydi biliyor musunuz? Afrika’da olduğu gibi ya dışarılardan birileri gelip onları sömürmüştü, ya da Güney Amerika’da olduğu gibi yöneticiler rüşvet batağının içine düşüp, ülkelerini ve onların değerlerini bol keseden satıp savmışlardı.

Kuzey Amerika ile Güney Amerika toprakları arasında ne yüz ölçümü, ne doğal kaynaklar ne de iklim şartları, ve coğrafi koşullar bakımından bir fark yoktur.
Amerika Birleşik Devletleri dünyaya hükmederken, Güney Amerika  Devletleri hep bir yoksulluk mücadelesi içindedir.
Farklı zamanlarda  çeşitli defalar Meksika, Brezilya, Şili, Peru, Bolivya gibi ülkeleri gezdim. Halk fakirdi ve bölgelerde  dinlediğim hikayeler hep aynıydı.

Özelleştirme adı altında satılan devlete ait kaynaklar, rüşvet karşılığı verilen ihaleler, gitgide zenginleşen başbakanlar, bakanlar, sesini çıkarmaya çalışan ve gitgide fakirleşen  halklar....
Benim kulağıma çok tanıdık gelen bu hikayeler,
birlikte seyahat ettiğim ve  gerçek demokrasinin  yaşandığı
yerlerden  gelen Avrupalı Amerikalı turistler için tabi ki çok sıra dışıydı.
‘’Çalıyorlar ama yol yapıyorlar’’ zihniyetinde olanların vatandaş olarak kendilerini küçümsediklerini ve haklarının ne olduğundan haberleri olmadığını düşünüyorum.

Hükümet  o yolu, kimseye iane olarak yapmıyor, sizin benim
onun vergileriyle ,yani bizim paramızla bize yapıyor ve zaten bu işleri yapmak için  gayet yüksek maaşlarla bu görevlere  talip oluyorlar .Yani çalışma saatlerinin parasını da yapılan yolun bedelini de aslında biz ödüyoruz .Bunun farkında mıyız?

Evlerine 3-5 kilo kömür ve makarna gittiği için Tayyip Erdoğan’a gönül borcu olanlara sormak istiyorum?
Niye o kömüre ve o makarnaya ihtiyaç duyacak durumdasınız?

Ancak kötü idare edilen ülkelerde bazı insanlar milyar dolarlara üç beş kuruş derken, diğerleri yoksulluğu bir kader olarak görür...Devletin görevi size  iş ,çocuklarınıza eğitim  imkanı sunmak  ve verilen şeylere ihtiyaç duymayacak bir refah seviyesine ulaştırmaktır. Halkını  sadakaya muhtaç hale getirmek değildir.

Gerçekten demokrasinin iyi işlediği ,iyi yönetilen gelişmiş ülkelerde insanlar arasında böyle gelir farklılıkları yoktur.

Toplum olarak, ‘’herkes çalıyor, ne yapalım ‘’düşüncesi ile hareket edip rüşveti yolsuzluğu kabullendiğimizde zaten çürüme noktasına gelmişiz demektir. Şu an Türkiye’de gördüğüm durum bu ve hırsızlığın legalleştirildiği bir ülkede asla adalet yoktur, terbiye adap kalmamıştır ve insanlık ölmüştür diye düşünüyorum.
30 mart seçimleri bu yüzden bence  demokrasinin kara günü olup milli iradesizliğin zaferidir.
Çünkü halkımızın büyük bir çoğunluğu, hırsızlığa, yasaklara, adaletsizliğe, rüşvete, yalana dolana, mezhep ayrılıklarını körükleyenlere, kabadayılığa küfüre milletin gözünün içine baka baka onlarla alay edenlere oy vermiş ve onları alkışlamıştır.
Ben o çoğunluğun içinde değildim, asla da olmayacağım.

Küçücük bir çocukken ak saçlı nur yüzlü rahmetli anneannem ahir zamanda bina, zina artacak ve iyi insanlar tek tek
seçilecek derdi. Biz de dizlerinin dibine oturur anlattıklarını hikaye gibi dinlerdik.
Bu oyları verenlerin çocuklarını hangi değerlerle büyüteceklerini merak ediyorum. Çal mı diyecekler?
Ben böyle bir dünyada asla hırsızlığı alkışlayanlardan olmayacağım.
Bundan sonra ben ve benim gibi insanlar temiz bir ruhla yolumuza  devam edeceğiz.
Spritüal olarak da inanıyorum ki, bizim gibi insanların görevi çok büyük. Sözün özü, ‘’Kötülüğe  karşı iyilikle mücadeleye devam ‘’diyorum ben..
Ha bu arada bu yazımdan ötürü beni küfürlere boğacak olan AKP lilere de  şimdiden teşekkür ederim. Aldım kabul ettim, ve doğruluğu savunduğum için özür dilemeyeceğim.

Aktan'ın bu yazısı 7 Nisan 2014 tarihinde Akdeniz Haberci Haber sitesinde yayınlanmıştır.

"ADI AYLİN"DEN "HAYAT VE HÜZÜN"E AYŞE KULİN - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISAYOLU

"ADI AYLİN"DEN "HAYAT VE HÜZÜN"E AYŞE KULİN - NiSHTiME.COM ::: NİŞANTAŞI'NIN KISA YOLU


Selin Melek AKTAN
"ADI AYLİN"DEN "HAYAT VE HÜZÜN"E AYŞE KULİN
15 Nisan 2014 Salı 
Bazı yazarlar vardır. Kitapçı vitrinlerinde onların yeni bir kitabını gördüğünüzde içeriye girip o kitabın sayfalarını çevirmekten kendinizi alamazsınız

O yazarların kitapları sıkıntılı bir dünyada size sunulan sürprizli bir elma şekeri gibidirler.

Hayata biraz ara verip size sundukları sihirli dünyaya adım atmak için  adeta sabırsızlanırsınız.
Benim de Türk Edebiyatı'nda beni böyle heyecanlandıran birkaç favori yazarım var ve Ayşe Kulin de onlardan biri.

Pek çok edebiyat sever gibi benim de Kulin kitapları ilk tanışmam onun "Adı Aylin" isimli romanıyla  oldu.

"Füreya" isimli eseri Türk seramik sanatının ustalarından ve ilk kadın sanatçılarından Füreya’nın renkli yaşamını anlatırken, "Türkan Tek ve Tek Başına" sevgili Türkan Saylan’ın hayatını anlatıyordu.

"KöprüFırat üzerinde büyük çabalarla yapılmış bir köprünün ve biraz da rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun hikayesidir.

"Kardelenler" isimli araştırma kitabının ise hayatımdaki yeri bambaşkadır ve beni Doğu'nun kötü kaderlerini yenmeye çalışan güzel kızları ile tanıştırmış, sonrasında Çağdaş Yaşam Derneği'nin çalışmalarını ömür boyu destekleme kararı vermeme vesile olmuştur.

Ayşe Kulin'in 2 yıl önce yayınladığı "Hayat ve Hüzün" isimli kendi hayatını anlattığı otobiyografik romanı belki de beni hayal kırıklığına uğratan tek romanıdır diyebilirim.

İki kitap birbirinin devamı niteliğinde olduğu için onlara tek roman diyorum.

Bence insanın kendi hayatını yazması dünyanın en zor şeyi.

Hele de geçmişimizde hatırlaması bizi üzen hatıralar varsa.

Ayrıca inanıyorum ki hepimizin hayatında  hem gün ışığına çıkartmak istediğimiz hem de ne kadar şeffaf olmak istersek isteyelim yine de kimseyle paylaşmak  istemeyeceğimiz anılarımız vardır.

Sevgili Ayşe Kulin’in o kitapları yazarken ne kadar zorlanmış olabileceğini tahmin edebiliyorum.

Çünkü en zor şey insanın geçmişi ile hesaplaşmasıdır.

Tabi bir de kendi yaşam hikayenizi anlatırken yaşamınıza dokunmuş başka insanları da ister istemez sayfalarınıza taşımak zorunda kalıyorsunuz. İşin içine başkalarının hayatına saygı anlamında biraz sansür de girince, kimsenin kendi hayatını istediği gibi yazabileceğini sanmıyorum.

Ayşe Kulin’in o romanlarında beni rahatsız eden şey, yaşadığı olayları anlatırken, sanırım duygularını pek  yüzeye çıkaramamış olmasıydı.

Bilmiyorum, belki de yazar, bir kadın, bir eş ve bir anne olarak 40 yıllık ayakta durma mücadelesini anlattığı bu kitaplarında duygularını tahmin etmeyi okuyucunun yorumuna bırakmış olabilir.

Bizi "Gizli Anların Yolcusu, Bora’nın Kitabı ve Dönüş" isimli üçlemesi ile eş cinsellerin dünyası ile tanıştıran Ayşe Kulin son romanı "Hayal"de hayallerini ve yazar olma sürecini anlatırken bir  anlamda da romanlarının arka bahçesini   bizlerle paylaşıyor.

Çok samimi, içten bir dille yazılmış, zaman zaman komik hatıralarla süslenmiş anı romanı keyifle okurken yayınevleri,  film, yönetmenler ve yazarlar dünyası ile tanışacaksınız. Hayat ve Hüzün’ün aksine burada tüm duygularıda var.

İnsana hayatında ilham veren kişiler vardır. Türkan Saylan benim için böyle bir kadındı.

Ayşe Kulin de hem yazarlık serüveniyle hem de yaşam içerisindeki vazgeçmez ve vazgeçilmez duruşuyla sevgi ve saygı ile izlediğim başka özel bir kadın..
O hayallerini gerçekleştirmiş, darısı herkesin başına  diyelim☺)

Güzel günlerde kalın.

26 Şubat 2014 Çarşamba

http://akdenizhaberci.com/makale/hayat-ne-ilginc-degil-mi-/


Selin Melek AKTAN

Hayat ne ilginç değil mi?

Şubat ayında dışarıda bahar gibi bir hava var diye  üzüleceğimiz ve 2 gün yağmur serpiştirince sevineceğimiz hiç aklınıza gelir miydi?

Ama oldu işte.

Bir zamanlar  suyu bol bir ülke olmakla  övünürken, birdenbire  beliriveren kuraklık tehlikesi nedeniyle bu güzel havalara sevinemez olduk…

Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail gibi ülkelerde insanlar çölleri vahalara çevirirken bizim canım ülkemizi çöle çevirmemiz ne acı değil mi?

Gezi parkında 3- 5 ağaç kesilse ne olur, yerine yenilerini dikecektik diyenlere bir ağacın sadece ağaç olmadığını, etrafındaki bitki örtüsü ve toprağın altındaki uzantıları ile canlı bir yaşam alanı yarattığını ve bunun da öyle dikilen 3-5 fidanla bir iki yılda gerçekleşmediğini acaba
nasıl anlatalım?

Güzelim İstanbul  Boğazı’nın iki yakasındaki yamaçları betonlaştırmayı marifet sayan, orman arazilerini imara açan, oraları parsel parsel, rüşveti en bol veren inşaatçıya  peşkeş çeken, ağaçları  söküp yerine AVM dikmeyi, medeniyet olarak gören cahiller ordusuna  bu saatten sonra  tabiat dersi mi verelim?
‘’Medeniyet ülkeyi beton yığınına çevirmek değil, ihtiyaçlar karşısında doğayla uyumlu çözümler üretebilmek ‘’ demektir.  

Tanrı doğadaki her canlıyı bir sebeple yaratmıştır.
Bir solucanın bile toprağın altını üstüne getirip onu havalandırma gibi bir görevi vardır.
Ve ormanlar doğada yüzyıllar  içinde  doğal olarak gelişmiş bitki örtüleri olup, içlerinde  kendilerine özgü bir habitatı barındırırlar.
Siz bir  ağacı söküp  başka bir yere dikmekle, oradaki  mikroorganizmaların yaşam alanını veya altındaki yeraltı sularını o başka yere  taşıyamazsınız.

Aşağıdaki resme bir bakın ve elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, ne görüyorsunuz?
Boğaz 1.derece SİT alanı değil mi?
Çevre Bakanlığı’nın ülkemizde ne işler için kullanıldığını sanırım artık hepimiz  biliyoruz.

Görünen köy kılavuz istemez, İstanbul  kemoterapi neticesi saçlarını kaybeden kanserli bir hasta gibi, gitgide kelleşiyor.
























Hastanın saçları tedavisi bitince yeniden eski haline dönebilir, ama bizim ormanlarımız ağaçlarımız, kuşlarımız, arılarımız yerine gelmeyecek ve bu sadece göz zevkimizle alakalı bir olay değil. 
Kuraklık demek sadece evlerimizde içecek veya  yıkanacak su bulunmaması demek değildir.
Susuzluk aynı zamanda tarım arazilerinin  sulanamaması, bir gün gelip yiyecek sebze meyve bulamamak demektir.

Su hayattır ve ağaçsız bir ülke çölleşmeye, susuz kalmaya mahkûmdur.
Barajların bu kadar boş olmasının sorumluları kim acaba?

Selin Melek Aktan'ın bu yazısı 24 Şubat 2014 de Akdeniz Haberci'de yayınlanmıştır...